“Nefsini günahlardan (Allah’a ortak koşmaktan, ibadetsizlikten, kötü duygu ve fiillerden vb.) arındırıp ıslah ederek ibadet ve taatle meşgul olan kimse kurtuluşa ermiştir. Nefsini saptırıp helâk ederek kötülüklere gömen kimse de ziyana ve hüsrana uğramıştır.” (Şems Suresi 9-10).
Allah Teâlâ bu âyet-i kerimede kurtuluşu ve cennete girmeyi, insanın nefsini arındırmasına; ziyanı ve cehenneme girmeyi ise arındırmamasına bağlamıştır. Bu da nefsi tezkiye etmenin gerekli olduğunu ve insanın ancak bu sayede kurtulacağını gösterir.
Müslüman, Allah’a teslim olan kimse demektir. Müslüman nefsine teslim olmaz, iman ettiği Rabb’ine boyun eğer. Onun için müslüman, her zaman nefsi ile uğraşan ve onu teslim alan biri olmaldır.
Bu esasa ulaştıran en mühim yollardan biri; geniş lutuflara, faydalı sırlara ve parlak nurlara sahip olan; nefisleri kirlerden arındıran, kalpleri pisliklerden temizleyen, ruhları kurtuluş basamaklarına yükselten ve insanı başarıya ulaştıran tasavvuf yoludur. Nitekim Şeyh Muhammed Diyâüddin [kuddise sırruhû] bu manada, “Tarikatın gayesi, nefisleri kirlerden temizleyip tezkiye etmektir” buyurmuştur.
Tasavvuf, kalbi Allah [celle celâluhû] ile tanıştırıp huzura kavuşturma yollarını öğreten ve bunu bizzat gerçekleştiren bir terbiye sistemidir. Kalp temizliği ve güzel ahlâk, dinin bâtınî fıkhıdır. Buna Kur’an’da takva denir. Takvaya ulaşmak için yapılan mücadeleye ise tezkiye denir
Tasavvuf, nefsi arzu ve hastalıklarından temizlemek, istikamet üzere olmak, niyeti halis tutmak, edebe riayet etmek ve her an Allah Teâlâ ile beraber olmaktır. Tasavvufun başı şer‘-i şerife uymak, sonu ise mâsivadan yüz çevirip Allah Teâlâ’dan gayrısına gerek duymamaktır.
Tasavvuf, yakîn makamlarının tamamlayıcısıdır. Faydası büyük olup zâhir ve bâtını imar eder. Allah Teâlâ ile ünsiyeti gerçekleştirir, O’nun rızasını elde etmeye vesile olur. Kalpleri kirlerden temizler, nefisleri kötü davranışlardan tezkiye eder.
Bu nedenle tasavvuf, âzalarla yapılan amellerden daha mühim olan kalp amelleri ile ilgilenir. Zira bâtın, zâhirin esası ve kaynağıdır. Bâtının bozulması, zâhirin bozulmasına sebep olur. Bununla beraber kalp amelleri, şeriatın zâhirine bağlıdır.
İbn Hacer-i Heytemî’nin (rahmetullahi aleyh) naklettiği gibi:
“Kalple işlenen günahlar, dış azalarla işlenen günahlardan daha tehlikelidir. Çünkü onlar, sonuçta imanı zedeler, ibadetin kabul edilmesini engeller, amellerin sevabını yok eder. Gizli günahların çoğu insanı şirke sürükler, nifaka bulaştırır, dinden bile çıkarır. Ayrıca kalpte yer eden gizli günahlar, devamlıdır, her zaman insanı tehlikeye sokar. Zahiri günahlar ise böyle değildir.”
Tasavvufun ana konusu, batınî fıkıhtır. Batınî fıkıh, insanın iç âlemini oluşturan kalp, ruh, nefis ve diğer latifelerin tezkiye, terbiye, terakki ve inkişaflarını hedefleyen mânevî, nuranî, kalbî bir ilimdir.
Zahirî fıkıh vücudumuzun dış azaları ile yapacağı ibadet ve vazifeleri inceleme konusu yaptığı gibi, batınî fıkıh diyebileceğimiz tasavvuf da kalple ilgili ibadet ve ahlakları temel konusu yapmıştır.
Tasavvufun hedefi, kalbin ihsan mertebesine ulaşmasıdır. İhsan, kalbin gafletten uyanması ve mânevî kirlerden arınması sonucu yakin haline ulaşır. Yakin, kalbin Cenâb-ı Hakk’ı görüyor gibi bir şuur ve hassasiyete sahip olması demektir. Bu hal, her mümin için bir hedeftir.
Zira Rasulullah Efendimiz’in [sallallahu aleyhi vesellem] işaret ettiği gibi din; iman, İslâm ve ihsandan oluşmaktadır. Din imanla başlamakta, ibadetlerle tamamlanmakta, ihsanla olgunluğa ulaşmaktadır.
İnsanın kemâline mâni olan düşmanları başında nefis, şehvet ve şeytanı gelir. Allah Teâlâ bizlere, nefsin terbiye edilmediği takdirde insanları kötülüklere sevkettiğini ve şeytanın da apaçık bir düşman olduğunu bildirmektedir.
Terbiye etmekle yükümlü olduğumuz, bu sebeple mahşerde birinci derecede sorumlu bulunduğumuz ve her an şerrinden Allah’a sığınmayı istemeye mecbur olduğumuz içgüdümüz nefsimizdir. Nefsi terbiye etmenin iki temel yolu vardır. Bunlardan biri nefsin gücünü kuvvetini azaltmakla, diğeri ise zikre kuvvetle yönelip aşkın, şevkin, muhabbetin, Allah Teâlâ’ya yönelmesiyle olur.
Bunun için de nefsi, dinin edepleri ile edeplendirmek ve onu haramlardan sakındırmak gerekir. O zaman Allah kalbe nur indirir ve o kalp huzur bulur. Kalbin ferahlığa yürüdüğü bu yolda muhakkak ki nefse zor gelen şeyler olacaktır. Bu durumda kişi, sıkıntılara sabrederek nefsinin muhalefet edip kalbini Allah Teâlâ’ya teveccüh etmelidir. Böyle yapan kimse; gaflet perdesini yırtar, günah işlemeyi bırakır, ibadetlerden lezzet alır. Nefsini terbiye edenin Allah’a muhabbeti, insanlara sevgi ve merhameti çoğalır.
İnsan-ı kâmil olma yolunda kişinin manevi terbiyesi nefsi bilmekten geçer. Molla Câmî hazretleri [kuddise sırruhû] Nefehâtü’l-Üns adlı eserinde şöyle buyurur:
“Marifet-i ilâhiye dört şeyi bilmekle mümkündür:
1. Nefsini bilmek
2. Dünyayı bilmek
3. Ahireti bilmek
4. Allah’ı bilmek
Kişinin hikmete kavuşabilmesi için önce nefsinin farkında olması gerekir. Nitekim Hz. Resûlullah [sallallahu aleyhi vesellem] bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur:
“Nefsini tanıyan Rabb’ini tanır.”
Takva ve edebin kaynağı mârifetullahtır yani Allah’ı [celle celâluhû] tanımaktır. Mârifetullah, bütün ilimlerin yerine geçer. Ona sahip olan kimse, her ilmin özünü ve hedefini elde etmiş olur. Diğer ilimler ise mârifetullahın yerine geçemez. Zengin-fakir, erkek-kadın bütün mükellefler mârifetullah ilmine muhtaçtır. Çünkü Rabb’ini tanımayan kimse O’nu sevemez, sevemeyen de temiz kulluk edemez.
Mârifetullahın sonu muhabbetetullaha uzanır. Muhabbetullaha mazhar olan kişi fenâ ve bekâ mertebelerine nail olur. Bu makamlarla gönül, aşk ve şevkte yüksek makamlara ulaşır.
Herkesin nasibince yararlandığı seyru süluk insanın ihlâsına vesiledir, bu da tasavvufî hayatla yani Allah’ı [celle celâluhû] çokça zikredip, takvalı yaşamla elde edilir. Gavs-ı Cihan Şeyh Seyyid Abdulbaki El-hüseyni Hazretleri [kuddise sırruhû] şöyle buyurmuştur:
“Şeriatsız tarikat olmaz. Bir evin yapımında temeli için kullarılan demir ve beton eksik olursa bina sağlam olmaz, çabuk çöker. Tarikatın temeli de şeriattır. Temeli sağlam olmayan tarikat ehli de çabuk yoldan çıkar.”
Her yüce ahlâkta ve övülmüş sıfatta en üstün örnek, beşeriyetin efendisi Hz. Muhammed Mustafa’dır [sallallahu aleyhi vesellem]. O, her şeyde tam bir örnek teşkil eder.
Hak Teâlâ, Resûl-i Ekrem’i [sallallahu aleyhi vesellem] terbiye etmiş ve terbiyesini en güzel şekilde gerçekleştirmiştir. O da ümmetinin her tür övülmüş huy ve olgun davranış üzere, terbiyesine büyük bir özen göstermiştir.
Kur’an ve Sünnet ahlâkını yaşayan salih kullar geçmişte de günümüzde de güzel ahlâkta birer örnektirler. Bu onların hayatında ve yaşantılarında açıkça görülür. Büyük velî Hamdûn el-Kassâr [kuddise sırruhû] şöyle der:
“Geçmiş büyüklerin ahlâk ve yaşantılarını inceleyen, kendi kusurlarını anlar ve büyüklerden geri kalma sebeplerini öğrenir. Ashâb-ı kirâmın, selef-i sâlihinin, velilerin hayat hikâyelerini okumak, insanın iyiliğe yönelmesine ve iyi huylu olmasına sebep olur.”
Âriflerin her hali bir nasihattır, öğüttür. Onlar kimseyi kırmazlar, incitmezler ve tek arzuları Allah Teâlâ’ya teveccüh üzere yaşamaktır. Mevlana Gavs-ı Nizam Hazretleri [kuddise sırruhû] buyurmuştur ki:
“Tasavvuf ve tarikat güzel ahlâktan ibarettir. Hz. Peygamber’in [sallallahu aleyhi vesellem] uyguladığı terbiye sisteminin tâ kendisidir. Allah Teâlâ, ilâhî terbiyenin merkezine onu koymuştur. Onun sünnetine uymayan kimse, nefsiyle bin yıl mücâhede ve mücadele etse bile terbiye olamaz, bir başkasını da terbiye edemez."
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu siz yapın!