Anlaması, kavraması, sezgisi güçlü ve anlayışlı kişilere ârif denir. İrfan da anlama, bilme demektir. İlimle irfan, alimle ârif karıştırılır çoğu zaman. Âlim olmak için ilim tahsil etmek gerekir. Bunun için belli bir zekaya ihtiyaç vardır. Fakat her âlim irfan sahibi değildir. Çünkü ilim öğrenerek bilmeyi gerektirir. Âriflik biraz daha farklıdır. Öğrenilerek elde edilen ilimden ziyade vaziyeti okuyabilme, durumu kavrayabilme, hayatı anlayabilme yeteneği, yani irfan ön plandadır.
Bu durum tartışma konusu olmuştur zaman zaman. Âlim sıfatlı kişiler kendilerini ilimleri sebebiyle hep önde görmek istemişlerdir. Hatta ârifleri küçümseme hatasına düşenler mahcup olmuşlardır çoğunlukla. Türk Edebiyatının meşhur hikayecisi Ömer Seyfettin’in başından geçen hadise bunun güzel bir örneğidir.
Ömer Seyfettin İstanbul Erkek Lisesinde edebiyat öğretmenidir. Birinci Dünya Savaşı’nın en sıkıntılı dönemleri. Öğretmenler odaları bazen güzel tartışmaların yapıldığı, beyin fırtınalarının estiği mekanlardır. Ömer Seyfettin bir gün öğretmenler odasına girer “İlim başka irfan başka! Âlim başka ârif başka!” sözleriyle tartışmanın fitilini ateşlemiş. Arkadaşları “Olur mu hiç öyle şey? İlim de irfan da aynı şeydir!” diyerek Ömer Seyfettin’e karşı çıkmışlar. O da “Bir gün ispat edeceğim size bunu!” demiş.
Dersten çıkıp öğretmenler odasına gelen Ömer Seyfettin heyecanla “Müjde arkadaşlar! Avusturya’dan üç vagon dolusu şeker yola çıkmış, haftaya İstanbul’da. Bundan sonra çayı şekerle içeceğiz!” deyince öğretmenler sevinçten yerlerinden zıplarlar. O sırada okulun hizmetlisi çay tepsisi elinde öğretmenlere kuru üzümlü çay dağıtmaktadır. Ömer Seyfettin bu sefer hizmetli Dursun Efendi’ye dönerek aynı haberi tekrarlamış. “Bundan sonra tabaklara kuru üzüm yerine şeker koyacaksın!” demiş.
Dursun Efendi hiç istifini bozmadan çay dağıtmaya devam etmiş. “Duy da inanma beyim! Alaman çizmesi altında çiğnenen adamlar şekeri nerden bulacak? Bulsa niye sana göndersin? Kendisi yer!” diye cevaplamış. Ömer Seyfettin ellerini çırmış, taşı gediğine koymuş. İşte arkadaşlar sözümü ispatladım! Sizler ilim adamısınız ama ölçüp biçmeden benim sözüme hemen inandınız! Dursun Efendi ilim adamı değil ama irfan sahibi! Basit bir akıl yürütme ile sözlerimin gerçek olamayacağı sonucuna vardı. Demek ki neymiş? İlim başka irfan başka; âlim başka, ârif başka!” (Prof. Dr. Mustafa Şenol)
İrfanı gönül zenginliği ile birleştirebilen ârifler herkesin göremediğini görür, anlayamadığını anlar; söyledikleri sözler de hikmet deryasının paha biçilmez elmasları olur. Eskimez, değişmez. Çünkü onlar sahip olduklarını kendisinden bilmezler. Benliklerini aradan çıkarır her şeyin asıl sahibinin yüce Rabbimiz olduğunu bilirler.
Gerçek ârif şu beş konu üzerinde döner durur. O’nunla, O’nun için, O’ndan, O’na, O’nun hakkında. Onların sözlerinde “Ben, muhakkak ben, biz, bana ve benimle” ifadeleri yoktur. Yunus Emre’nin şu mısraları da aynı şeyi anlatır:
“Bana bende demen, ben bende değilem
Bir ben vardır bende benden içerü”
Gerçek ârifler, gördüğü, bildiği her şeyi; yere, göğe sığmayıp mü’min kullarının kalbine sığandan bilirler. Onların irfanı, sezgisi kendilerinden değildir. “Ben” demekten utanırlar. Çünkü benliklerini yok etmek, yok bilmek onların ana gayesidir.
Oysa biz ne kadar çok benlik yapıyoruz. Egolarımız ne kadar kabarık! Kendimizden başkasına hak tanımıyoruz. Trafikte modelli bir arabamız varsa önümüzde kimsenin olmasını istemiyoruz. Selektör yaparak, önümüzdekinin müsait olup olmadığını düşünmeden hemen kenara çekilmesini istiyoruz. Çünkü benlik tavanda.
Herkesin ârif olmasını bekleyemeyiz belki ama anlayışlı olmalarını, “empati” kelimesinin anlamını unutmamalarını dileriz. O zaman belki birçok olumsuzlukların önüne geçebilme şansımız olabilir, insanlığımızın farkına varabiliriz…
Unutmayalım,
Veda edeceğiz bir gün
Vedaya da veda edeceğiz
Can güneşini bulduğunda
Terki terk edeceğiz
Terk diyarından ayrılmadan ârifliğin hayatımızın her alanına sirayet etmesi dileğiyle…
Yorumlar